8 Şubat 2011 Salı

KALA TAYFA SAKİNLERİ ÜNVANLARI

Kala Tayfa'nın sakinlerinin aramızdaki isimleri

Ümit : Tatarcık, Tatar, Bulgar, Ümmiye, Ümmühan
Kubilay : Kubi, Martı
Ogün : Gözlüklü Sami, Münir, Sukuşu
Levent : Deli
Burak : Aganta, Buri
Can : Cano
Cenap : Şahap, Kurabiye (Kurabiyyyyyyyyyyeeeeeeeeee), Kavun Karpuz Kurabiye
Onu : Ada Tavşanı, Tavşan, Vapur, İtalyan
Uğur : Çiko, Hımbıl, Len Balon, Tomurcuk
Ertuğrul : Yambi
Ümit : Mesut, Çük Mesut
Ercüment : Hamdi, Tophaneli Kör Hamdi
Ergin : Cımbız
Ahmet : Traktör
Hakan : Şef
Mustafa : Jan Mastika
Cengiz : Maryo
Mehmet : Kürt

Eh benim aklıma takılanlar şimdilik bunlar, eklemeyi sakinlerden bekliyorum. Bu sayfa Kala Tayfa sakinlerinin

2 Haziran 2009 Salı

"APO BEYLER"

Askeri idarenin sıkı olduğu zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’ nin başında Apo belası bu kadar yoğun değildi. Değildi, ama bizim başımızda bir Apo belası vardı. Kalamış Lisesinin kırmızı Ford minibüs şoförü Apo. Sert, yüz hatları, kara pala bıyığı, beyazı teniyle tezat oluşturan kömür gözleri, ince uzun fiziği ve Afrika ormanlarındaki aç aslanların avına yaklaşırkenki sessizliği ile okulun bahçesinde kumar oynayan bizlerin amansız belasıydı.
“Apo geliyor beyler” dendi mi, kaçış süreci hepimizde başlıyordu. En güzel “Apo geliyor” cümlesi Agantha’nın dudaklarından dökülüverirdi. Alarm çaldı mı, kaptık mı iskambilleri, doğru okul bahçesinin dışına. Yakalanan hiç olmuyordu, korku bizi okulun bahçesinden yarım saat uzak tutar, sonra yine içerde soteye kümelenirdik. Apo’ nun baskınlarının olmadığı zamanlar en gözde oyunlar, zar (“Altı Altı Beş Beee), poker ve yirmibirdi. Hatta bayramlarda lunaparklarda Vecdi’ nin masasında, zar oyunundan bir hayli kazanan kumarbazımızda vardı. Çiko burada başı çeker, herkesi ayartır ve ütülünceye kadar lunaparklarda oyun oynanırdı.
Zamanla Apo’ da bizi kovalarken gülmeye başlamıştı. Çünkü adam ne yapsa virüs gibiydik. Zamanla o da bizden bıkmış olacak ki işten ayrıldı. Zar oyunuyla ilgili olarak en güzel anım, üniversite imtihan sonuçlarının açıklandığı gün olmuştu. Eren derslerinde oldukça başarılı, aynı zamanda da zar oyunun müdavimlerinden. Tek tercih Çapa Tıbbı yazmış, doktor olmak istiyor. Akşam Kadıköy’ den dönüyoruz, sonuç gazeteside elimizde. Eren heyecanla sonuca baktı ve “Çapa Çapa Tıp Beeeeee” diye otobüsün içinde bağırdı. Adamı en son orda hatırlıyorum. Zaten elini eteğini derslerinin de yoğunluğu yüzünden mahalleden kesti.

MİSKETTE OYNADIK - GAFLİK -BAŞ BENDEN

Mahallenin en büyük tutkusu suyundan mıdır, huyundan mıdır para kazanmaktı. Yılın büyükçe bir günü altılı ganyan bayiliklerinde eşeklerin hızına endeksli bir yaşam biçimi seçilmiş olaması, misket oynama tutkusundan doğmaktaydı.
Çiko, Ümmü, Traktör, İtalyan, Agantha, Deli, Satı, Cımbız, Eren, Şahap baş misketçi sayılmalıdır. Bu tayfa aynı zamanda at yarışı, zar ve iskambil oyunlarınında renkli simalarındandı. En çok oynanan misket oyunu, baş ve tumbaydı. Müttefikler, Agantha ve Onur hatırladığım sıkı bir işbirlik içindeydiler. Misketçiler mutlaka bol cepli avcı pantolonları giyerler. Cepler misketlerden bayağı şişkin olurdu. Bunlar birbirlerini ve acemileri üterler aynı zamanda üttükleri misketleri ütülenlere satarlardı.
Baş oynanırken herkes tekdi. Çünkü yerde fazla misket olmazdı. Ama tumba oynanırken yerde 100’ e yakın misket bulunurdu. İşte o anlarda devreye girerdim. Herkes açıldığında “Kapış” diye bağırırdım. Ortalık toz duman, herkes misketlere saldırır, eller ayaklar toz içinde, itiş kakış, curcuna. Bazen tepki vermezlerdi. “Kapış” dediğimde, “Gel s…. yapış” diye cevap gelirdi. .
Bu misket oyunu zamanla yere demir para ardından, kağıt para dikmeyle bir nevi kumara döndü. O tatlı “Kapış” şakası yapılmaz oldu. İtalyan, Ümmü ve Çiko hep kazanırlardı. Miskete hiç rağbet etmedim. Evden bunun için para almamam bir neden olabilir. Benim hayatım hep meşin yuvarlağa, gafliklerden daha yakın oldu. Beton sahada top peşinde koşmak daha cazip geldi…

3 Nisan 2009 Cuma

FENERBAHÇE’ Yİ TUTMAK – FENERBAHÇELİ OLMAK

Mahallemizde her şey gibi Fenerbahçe sevgisi de ortaktı. O ne sevgidir.İslam Çupi’ nin söylediği gibi “O büyüklük şampiyonluklarla ölçülmez.” Çok azımız yolunu şaşırıp, başka takımlara gönül vermiştir. Mahallenin çekirdeği asla Fenerbahçe’ lilikten taviz vermediler. Her ne kadar şu aralar bir Anadolu Takımının şampiyon olmasını istiyorsam da Fenerbahçe’ ye ihanet etmedim.
Fenerbahçe’ nin ilk gittiğim Şila, ben ve babam ile 1977 senseinde Avrupa Kupa Galipleri Kupası maçı Arsenal ile İnönü Stadı’ nda oynanan ve 0-0 berabere biten maçtı. Tribünlerin yarısından çoğu doluydu ve o atmosfer beni Fenerbahçe’ ye daha da yaklaştırmıştı. Burada çok önemli bir not o gün o maçta bir grup Galatasaray taraftarı Arsenal’ i desteklemişti.
Bu mahalleye gelmeden önce Fenerbahçe hep kavram olarak vardı. Maçlarını seyreder, yenilsede yensede bir coşku duymazdım. Bu coşkuyu, mahallede öğrendim. Bana bu yönden çok katkısı vardır. Tatarcık (şimdi burayı okuyunca a…a.. yumuşacık dediğini duyar gibiyim) ve Martı gelecekte Fenerbahçelilikte başı çekeceklerdi. Mutlaka 6-7 kişi toplanıp maçları takip ederdik. Maç sonrası dolduruşa gelip, soluğu Kala’ da maç yaparak alırdık. Futbol ve Fenerbahçe bizim vazgeçilmezimizdi. Mahallede "Cımbız" Galatasaray’ lı, "Cano", "Eren" ve "Yambi" doğuştan Beşiktaş'ı tutuyordu. "Deli" sonradan Beşiktaşlı oldu. Birde "Kürt Mehmet" Galatasaray’ lıydı. Geri kalan bütün tayfa Fenerbahçe’ ye gönülde bağlı idi.
Galatasaray’ ın bir maçına giden Cımbız kimseye görünmeden mahalleye gelmeye çalışırdı. Onun atkısı ve şapkasına saldırmak hoşumuza giderdi. Bazen karşılık bile verirdi. Bu şakalaşmalarımız hemen her Galatasaray maçı dönüşü olurdu, Cımbız’ a rastlamayalım binerdik adamın tepesine.

Yine bir Galatasary maçı sonrası Martı, Tatarcık Bağdat Caddesineler. O zamanlar Bağdat Caddesi gidiş geliş ve acaip sıkışık. Günü çok iyi hatırlıyorum, çarşambaydı. Galatasaray Ali Sami Yen’ de Ankaragücü ile Türkiye Kupası maçını oynamış, kazanmış. Radyodan dinlemiştik 3-0 maçı kazanmışlar. O zamanlar modaydı, Otobüsün camından bayraklar çıkartılır, rüzgarda bu bayraklar dalgalanır. Tabi bu durum avcılar için paha biçilmez andır. Otobüsün geldiği yönün aksine yürünür, bayrak camdan çekilir ve tam aksi istikamete kaçılır. Daha sonra bu ganimet ya yakılır, ya satılır, ya da atılır. Zevke kalmış bir durum. Bizim iki kafadar bu fırsat bilip bir otobüse yaklaşıp, bayrağı kapıp kaçarlar. Bende plaj yolundan karşıya geçerken onları gördüm. Bayrağı almış inceliyorlar. Trafik hesapta akıyor., sırtımız gitmiş otobüse dönük, gitmiş sanıyoruz. Meğer otobüs ilerde durmuş, tayfa olduğu gibi aşağıda. Martı, Ümmü bayrağı atıp kaçtılar. Daha ne olduğunu anlamadan Galatasaray tayfası çevremde. Kaçsam, kaçamam. Elimden bayrağı kaptılar, oradaki bir boyacı “O değildi” diyerek beni kurtardı. Tatarcık, yolun karşısında Bağdat Baklava’ da müşteri pozisyonunda, Martı, ara sokaklardan yarım saat sonra çıktı.

Yer Harbiye. Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’ nde, o zamanlar Spor Sergi Sarayı var. Hafta sonu Fener’ in basket maçı, Galatasaray’ ın da İnönü Stadı’ nda Eskişehirspor ile lig maçı var. Tatarcık’ da iki üç hafta önce Galatasaray’ lılar ile bir diyalog yaşamış, birini feci şekilde marizlemiş. Adamlar bunu arıyorlar, mimlemişler. Buldukları yerde haşat edecekler. Bizde Taksim’ den spor sergiye yürüyoruz. Sergi’ de Eczacıbaşı ile maçımız var. Bir anda çevremiz Galatasaray’ lılar ile sarıldı. Tatarcık daha ne oluyor demeden toz olmuş. Yine adamların ortasında kaldım. “Hangi takımı tutuyorsun?” sorusuna, “Eczacıbaşı” cevabını yapıştırıyorum. Grubun içinde Kürt Mehmet var. Kaş göz ile Ümmü’ yü soruyor, yok diyorum. Kaş göz ile… Tayfa beni bırakıp slogan atarak devam etti. Korku bu ya altıma edecektim. O zamanın Galatasaray tayfasından Sebo’ lar vardı Daha sonra,. “Eczacıbaşılıyım” diyerek yırttığım bu an mahallede epey gırgıra alındı. Eh bizde dayak mı yeseydik, ya da bırakıp kaçsamaydık, yakalanırdım.

Maçlara takıldığımız, Fenerbahçe Stadı’ nın daha açılmamış zamanları.. Sabahın ilk ışıkları ile Göztepe maçı için Ali Sami Yen’ in yolunu tutmuşuz. Amaç stada ilk önce girmek. Komik olan ise kapıların saat 1’ den önce açılmayacak olması. Stada geldik, in-cin top oynuyor, hava hala alacalı, sabah ezanı yeni okunup bitmiş. Camiden dönen yaşlı dedeler, bitkin ama görev bilinciyle evlerinin yolunu tutmuşlar. Ben, Martı, Hakan (Şef), Tatarcık, Çük Mesut stadın önünde, bayraklar, darbukalar tam teşekkül stadın kapısındayız. Bir yandan sohbet ediyor, bir yandan quarted oynuyoruz. Tribünün kafaları gelmeye başladılar. Bizde geriye doğru düşmeye başladık. Stadın kapıları açıldığında ne ilk giren ne son girendik, bininci kişiydik. Bu maçı 2-0 kazandık. Kazandık kazanmasına, macera devam ediyor. Çıktık stattan bindik taksiye, Taksim’ e gidip oradan dolmuş ile döneceğiz. Bayraklar taksinin içinden dışarıya sallanmış, güle oynaya Şişli’ den geçiyoruz. “Taksi sağa çek” Taksi sağa çekti, polis bizi indirdi, bir arama, tarama, sanki teröristiz. Gıkımız çıkmıyor.. Önce bayraklar, sonra darbukalar elimizden alındı. Eve tam anlamıyla çırılçıplak döndük. İşin garibi hepimiz çocuğuz, polisin uğraştığı naneye bak. Bugün düşünüyorum, Martı o gün hiç tepki vermemişti. Daha sonraları polise karşı hep tepkili oldu. Hep bu olay yüzünden olduğunu, içinde yer ettiğini düşündüm. İçimizde, Martı polise en tepkili olandı. Otoriteye karşı bir tepki, okul içinde yaptıkları hep bu tepkinin bir başkaldırısıydı. Böyle düşünmüşümdür. Onu tanıdığımda yeşil Alpina model bir bisikleti, bisikletin arkasında bir top, kıvırcık afro saçları ve ince vücudu gözlerimin önünde. Tanıştığımızdan çok kısa bir süre sonra babasını kaybetmişti. İki eli başının arasında, kaldırımın üstünde otururken gördüğümde ne diyeceğimi bilemedim.

Fenerbahçe hikayeleri bitmez bizlerde. Şila ile Beşiktaş maçına gittik. Yine erkenden yola çıktık. İnönü Stadı’ nın efesi Beşiktaş, kapalıya tek başına hakimler. Bize ayrılan tribün yeni açık. Beşiktaşlılar kapalı tribünü, eski açık (deniz tarafı), yeni açığın üçte bir bölümü ile numaralının yarısını doldurmuşlar. Stad ful ve maçın başlamasına saatler var. Hava inanılmaz sıcak ve ayaktasın. Su yok, tuvaletler leş gibi. O gün Beşiktaş seyircisi muhteşemdi. Maç saat 3’ te başlayacak, adamlar paso bağırıyorlar. Maçtan önce Fenerbahçe Genç takımı ile Feriköy’ ün maçı var. 5-0 kazanmışız. Bir yandan bağırıyoruz, bir yandan yorgunluk. Sıcaklık dayanılacak gibi değil, son çare serinlemek için fruko dondurma aldım. Sarı jelatini soydum ve afiyetle mideye indirdim. Ertesi gün okula gittiğimde bir ateş, mide bulantısı halsizlik. Apart topar eve yolladılar 2 ay okula gidemedim. Karaciğeri bozmuşuz. Maç mı Ali Kemal’ in 86’ ıncı dakikada attığı gol ile 1-0 kazandık.

24 Mart 2009 Salı

DUT AĞACI

Mahalle ile ilgili anılarımı yazarken, cisimlerin hiç gözümüzün önünden gitmediğine şahit oldum. Benim gibi amatörün de amatörü bir yazı-sever olarak anılar, tozlu hafızalardan alınıp önümüze konması gereken bir bilgi dağarcığı.

Kala’ nın sakinleri bilir, toprak sahanım tam ortasında kocaman bir "Dut Ağacı" vardı. O ağaçtan beslenmeyi en ok Traktör Ahmet severdi. Uzun dallarında çevrenin en muhteşem dutunu o ağaçtan yiyebilirdiniz. Yere dökülmüş dutların kokusu burnumuzda buram buram tüter, yazın sıcağında, gölgesi ile bizlere sığınak olurdu. Toprak sahada yaptığımız maçlarda, kah rakibimiz (bir çalımda ona atmak lazımdı), kah takımdaşımızdı, ona çalım atmak zor, pas vermek kolaydı. Kimi zaman ona küfür etmiştik, “Hay seni buraya dikenin” veya “A….. s…….. yeryüzü şekilleri” .

Seneler sonra bizi doyuran, gölgesinde serinleten o koca dut ağacı kesildi. Mahallenin kaybettiği ilk birey olduğunun farkına zannedersem yalnız ben vardım. Bu satırları okuyan arkadaşlarım o dut ağacını hatırlayacaklardır, buna eminim. O ilk kaybımızın ardından Medüh Amca, “Kala”, Tavşan Onur’ u kaybettik. Organizma çözülmeye başlamıştı.

NOT: "Dut Ağacı" ile ilgili bir sitede yazı bile yazdım ilgilenen arkadaşlarım için buraya alıyorum.



YAZI: OGÜN ABACI
Gece örtüsünü aralamaya başladığında, kahvaltı sonrası adım attığımız dünyanın ışıklı bahçesinden bize gülümseyen dalları ile karşılardı, Dut Ağacı. Bahçesinde colasına maçlar yaptığımız Özel Kalamış Lisesi'nin tatil günleri dahil barınan tek canlısı heybetli bir Dut Ağacı, arkadaşımız vardı. O zaman bu kadar derin fark etmediğim varlığı ile Dut Ağacı tek başına, toprağın derinliklerine inen kökü, okulun tam ortasına gelen heybeti ile durgun, dingin ve o kadar yüce görünüyor ki gözüme, çocukluk anılarımda onu göz ardı erdemeden duramıyorum.

Okulun bahçesine top oynamak için geldiğimiz anlarda bazen bize rakip bazen de aynı takımın formasını giyer gibi düşünürüm hep onu. Bir çalım rakibe attığımızda, bir de ona basardık çalımı yada verkaça girdiğimiz anda onunla duvar pasını gerçekleştirdik. Pas yüzdesinin yüksekliği şimdiki futbolcuları küstürecek kadar iyiydi. Bize hiç boş koşu yaptırmazdı. Bazen rakibimiz olur, en defansif adamımızdan daha mücadeleci olur, en tekniğimizin ayağınadn topu çalardı...

Sırf futbolda eksik etmediği arkadaşlığı ile tanımazdık. Yemek yemek için eve gitmeye üşendiğimiz anlarda, dallarındaki meyvesini bize sunardı. Bizi geri çevirdiğini hiç hatırlamam... Elinde, dalında ne varsa sunardı oyun arkadaşlarına.... Arkadaşlık bu olsa gerek.

Seksenli yılların sonunda, ufak ufak terk ettik mahalleyi. Yeni gözdemiz kızlardı, üç beş kuruş kazanıp kapısında beklediğimiz tribünler ve tadını genzimizde hissetmeyi hiç bir zaman unutmayacağım o toprak sahaların yerini alan halı sahalar.... Okulun önünden geçtiğimizde, aynı güleryüzle bizi çağırmasına rağmen bizler ona yüz vermedik, ne acı. İnsanın nanklörlüğü de bu olsa gerek. Artık yaşımız büyümüş, gözümüz gönlümüz sistemden başkasını tanımzaken, bir gün yolum düştüğü okulun bahçesinde Dut Ağacını göremeyince içim burkuldu. Biz ona ihanet etmiş, onun ölümünde bile yanında olabilecek cesareti gösteremedik.

Şimdi o arkadaşımın yerinde ondan daha heybetli ama köksüz bir yığın var.. Adı da apartman...

18 Mart 2009 Çarşamba

TEK VURUŞ

Oynadığımız oyunun haddi hesabı yoktu. Daha 12-13 yaşındaydık ama tadına doyulmaz güzellikte top oynuyorduk. Herkes takım oyununu bütün inceliğine kadar uyguluyor, kimse yersiz maceralara kapılıp boyundan büyük işlere kalkışmıyordu. Bazılarımız daha geliştirdi kendisini, futbol maçlarımızın yanına bir de tek pota basket maçları eklenmişti. Bazen potalar dolu olunca biz de “Tek Vuruş” oynuyorduk.
Oyun çok basitti. Bir tanesi “Kala”nın araç giriş kapısı, dört metreye iki buçuk metrelik bir kale, karşısında üç metreye iki metrelik üstü kapalı garajın bulunduğu bir kale. İki kale arası onbeş yirmi metre. Amaç tek vuruşla gol atmak. Abanmak serbest. İki kere dokunmak penaltıya sebebiyet verir. Kornere çıkan üç top bir penaltı yaratır. Topa elle dokunmak yok. Kafayla, ayakla, vücudun herhangi bir yeri ile topu uzaklaştırabilirsin. Beşte devre onda biter. Bir kalenin küçük olması herhangi bir avantaj sağlamıyor, çünkü garajın üstünün kapalı olması rakibe gol şansı veriyor. Bu oyunu bazen çiftli oynaya biliyorsun. Aynı kurallar geçerli. Bu arada artık meşin topa geçtiğimiz için, son derece çekişmeli ve zevkli “Tek Vuruş” maçları yapılıyordu. Hayatta tek vuruşun isabetinden ibaret değil mi? Biz burada sürprizlerin olmayacağını öğrenmedik mi?

OKUL GÜNLERİ

Göztepe Deneme Lisesi’ ne yazılmıştım. Burada Çiko ve Ümmü ile arkadaşlığım daha pekişti. Ümmü ile olan dostluğum çok uzun sürelere dayanacak, şimdilerde her ne kadar görüşemesem de, ona olan saygım ve sevgim sürecektir. Kim bilir günün birinde bir içki sofrasında karşılaşıp o eski günleri yad eder veya burada olan eksiklikleri tamamlarız. Zaman gösterecek. Bütün bu saydığım isimler içinde mahalle kavramının içine alamayacaklarım var. Bunlar; Kerim, Tekin, Uğur, Mevlüt, Mesut, Taner, Ercan, Burak, Halük, Ekrem ilk aklıma gelenler.
Ümit ve Çiko ile aynı sınıfta değildim, başka sınıfların öğrencisiydik. Tenefüslerde fazla konuşmazdık, okul içinde ayrı takımlardaydık yani. O günlere hatırladığım, bir İstiklal Marşı töreninde hocalardan birsinin konuşuyor diyerek Ümit’ i sert bir şekilde uyarmasıydı. Benim derslerim biraz kötüydü. Zaten okul hayatım boyunca hiç iyi olmadı. Bunun tek sorumlusu benim. Okuldaki algılama zorluğu, derslerimi etkiliyordu, gerektiği gibi kendimi veremiyordum. Ne zaman sıkışsam o zaman ders çalışırdım. Karnelerim hep bir toto kuponu gibiydi. Al maçlarda oyna.
Okuldan geldikten hemen sonra, kitapları atar doğru Kala’ nın bahçesine koşardım. Benim gibi oyuna koşanlar; Ümmü, Çiko, Satı, Martı, Traktör, Çük Mesut, Deli. Hafta içi bu yoğunlukta olurken, hafta sonları cumartesinden pazara kadar bütün mahalle tam kadro Kala’ nın bahçesindeydik. Orası ana kucağı gibiydi.